28 Mart 2017 Salı

KUŞLAR YASINA GİDER


Hep söylerim. Her kitabın bir zamanı var bence. Daha önce okumaya başlayıpta içine giremediğiniz bir kitabı başka bir denemenizde elinizden bırakamayabiliyorsunuz. Aynı şekilde daha önce ısınamadığınız bir yazarın daha sonradan müdavimi olmanız mümkün. Hasan Ali Toptaş benim için bu tanıma net bir şekilde uyuyor.

Hasan Ali Toptaş daha önce hayatıma bir kez temas etti ama nakledilen organı kabullenmeyen bir vücut hoşnutsuzluğu ile benliğim bu teması görmezden geldi. Geçen gün bir kez daha başka bir kitap ile denememiş olsaydım "belki de doğru zaman değildi" derdim. Lakin geçen gün okuduğum "Kuşlar Yasına Gider" romanından sonra diyorum ki, "belli ki doğru zaman değildi."

Bir kere şunu söylemeliyim. Yazarın anlatımı çok yalın ve samimi. Okuyanı anında içine çekebilecek bir içtenlik söz konusu. Ana karakterin babasının Ankara'daki yabancılığı, dahil olamayışı, ait hissedemeyişi, çaresizliği o kadar güzel aktarılmış ki açıkcası ben gözlerimin dolmasına engel olamadım. Yine aynı babanın tedavi gördüğü sağlık merkezinde ki mazlum ve itaatkar tavrı hemen akla, göçükten yeni çıkmış olmasına rağmen ambulanstaki sedyenin kirlenmesini kendine dert edinen maden işçisini getiriyor. Yani bizden bir karakter bize bizim gibi anlatılıyor kitapta. Bu içtenliğin yanında anlatımda ciddi bir zeka da göze çarpıyor. Örneğin ana karakterimiz babasıyla geziye gittiğinin hayalini gördüğü bir bölümde yazarımız hayalden gerçeğe dönüşü,"bir anda uyandı" ya da "kendine geldiğinde" gibi klişe tabirlerden uzak durarak o kadar ustaca anlatmış ki, etkilenmemek imkansız. Yazar anlatmak istediği her şeyi anlatmış ama bunu insanın gözüne soka soka yapmamış. Yeri gelmiş sağlık sistemine inceden bir eleştiri getirmiş ama bunu bağıra çağıra yapmak yerine basit bir cümle ile "anlayana" gönderme şeklinde yapmayı tercih etmiş.



Sonu başından hissedilen, çok fazla ters köşesi olmayan, bölüm sonlarında ektiği merak tohumlarıyla bir sonraki bölümün okuma hevesini filizlendiren türdeki kitapların dışında kalan kitaplara tutunmak daha zordur. Kuşlar Yasına Gider bu konuda zoru başarmış bir kitap.

Geç gelen tanışmanın getirdiği zaman kaybını telafi etmek için okunacaklar listeme Hasan Ali Toptaş'tan bir kaç kitap daha ekledim. Bence yazar ülkemizde hak ettiğini tam manasıyla bulamamış değerlerimizden biri.

13 Mart 2017 Pazartesi

KARUN VE ANARŞİST

İskender Pala'yı okuyanlar bilir. Akıcı, sürekleyici bir tarzı vardır. Seçtiği kelimeler ve bu kelimelerle kurduğu cümleler bir çırpıda okuyucunun etrafını sarar ve okuyucu kendisini başka bir dünyanın ortasında buluverir.

Son kitabında da bu tılsım fazlasıyla var. İnsan kendisini bir anda milattan önceki yıllarda Lidya topraklarında buluveriyor. Tam o ortama alışmışken, bu sefer ihtilal zamanına 1980 li yıllarda bir hapishane koğuşuna geçiveriyorsunuz. Ancak öyle yumuşak bir geçiş ki, bu herhangi bir anlam kayması yaşamadığınız gibi algı sorunu da vuku bulmuyor.

Öyle ki, birbirini takip eden iki ayrı hikaye var kitapta. Milattan öncenin Manisa-Uşak coğrafyasında başlayan hikaye, 1980 li yılların İstanbul ve Ankara'sında devam ediyor. Karakterler milattan önceki karakterlerle benzeş ve olaylar da birebir aynı. Yani herhangi bir kopukluk olması mümkün değil. Anlatım becerisi ve akıcılık kabiliyetinin yanında bana iğreti gelen bir iki detaydan bahsetmeden geçemeyeceğim. Baştan uyarayım. Kitabı okumayanlar için heves kaçıran bir detay olabilir yazdıklarım.

Kitabın ilk bölümünde milattan önce 400 lü yıllarda Lidyalıların ayaklarına giydikleri günümüzün sandalet tarzı eşyadan söz ediliyor. Yazarın bu eşya için şipidik ismini vermesi açıkcası bana garip geldi. Sandalet bile denmiş olsa bu kadar göze batmazdı diye düşündüm açıkcası.

Bundan başka yine kitabın ikinci bölümünde 1986 yılında iki mahpus arkadaşı konuşurken biri diğerine şöyle diyor: " Allah'ın İlahi takdiri diyelim. Karşımızda İnsanlık adından bir yazılım var ve programa göre her şey tekrar ediyor." Bu cümlede ilk takıldığım nokta Allah'ın İlahi takdiri kısmı. İlahi kelimesi zaten Allah'a özgü demek iken, Allah'ın Allah'a has takdiri şeklinde çıkan anlam biraz kulağımı tırmaladı dersem yanlış olmaz sanırım. Bunun yanında henüz televizyonu yeni benimsemiş 1986 senesinde yazılımlardan, programlardan bahsetmek sanki kronolojik bir hata var hissi uyandırdı bende.

Son bir detay ise, karakterlerin isimleriyle ilgili. Evet iki zaman dilimi arasından geçiş çok güzel yapılmış. Milattan önce yarıda kalan hikayenin anlatımı 1980 li yıllar üzerinden çok başarılı anlatılmış ancak karakter isimleri seçilirken yapılmak istenen detaycılığa pek gerek yokmuş bence. Milattan önceki yıllarda yaşayan Kufu, Halludas, Mehte, Edusa, Nakata ve Namirek Usta, 1979 senesinde Ufuk, Sadullah, Ethem, Asude, Atakan ve Keriman Hanım olarak çıkıyor karşımıza. İsimleri tersten okuduğumuzda tarihin diğer dönemindeki kardeşini bulur gibi eşleşiyorlar birbirleriyle. Bu detay açıkcası beni rahatsız etti. Olmasa daha iyi olurmuş.

Toplayacak olursak, kitap kendini okutmayı, geçtiği tarihi merak ettirmeyi başaran bir eser olmuş. Açıkcası kitap, daha önce Salihli'de tapınakları gezmiş biri olarak beni, bu detaylarla bir kez daha Salihli'ye gitmemi sağlayacak gibi görünüyor.

Son olarak şunu söylemek isterim ki, bu toprakların Osmanlı hatta İslamiyet öncesi de medeniyetlere ev sahipliği yaptığını, o dönemlerden kalma eserlere de sahip çıkmamız gerektiğini, unutmamak gerekir. İki kıtayı birleştiren, ama ayrışmak konusunda da inanılmaz başarılı olan bu coğrafyada bari atalarımızı, eserlerimizi, bizi biz yapan parmak izlerimizi ayrıştırmayalım derim.

Keyifli okumalar...