23 Şubat 2014 Pazar

KANUNİ VE ŞEHZADE MUSTAFA


Bu günlerde herkesin işini gücünü bırakıp odaklandığı, ana haber bültenlerini meşgul eden, gazete manşetlerini süsleyen konusu Kanuni ve canına kıydığı oğlu Mustafa. Herkes Kanuni'yi, Hürrem'i, Mustafa'yı ve Rüstem'i konuşuyor, o malum sahneye üzülüyor, bir yandan ah vah ederken diğer yandan bu kararı alanlara beddualar yağdırıyor.

Sinema filmlerinin ve TV dizilerinin insanları vezir de, rezil de edebilme gibi bir gücü var. Bir filmde kötü gösterilen bir karakteri aklamak için 100 tane kitap yazsanız, 500 tane sempozyum yapsanız da nafile. Yinede bu gerçeği biliyor olmak gerçekleri bilenlerin bir köşede sus pus oturmasını gerektirmez. İşin aslını bilenler, her olayı dönemine göre değerlendirebilecek sağduyu ve zekaya sahip olanlar da bildiklerini mutlaka paylaşmalıdırlar ki bir çok tarihçi şu an bunun telaşındalar.

Muhteşem Yüzyıl'ı ilk yayınlanmaya başladığı günden itibaren seyrediyorum. Bence çok çok iyi bir iş. Sonu bilinen bir olayı bu kadar çok kişiye seyrettirmek kolay değil. Bazı çarpıtma ve yanlışlıkların olmasına karşın ben bu diziyi beğeniyorum ancak son dönemde konuların işleniş biçimi biraz rahatsızlık verici. Yinede bu bir dizi olduğu ve kurgusal bir yapıdan oluştuğu için çok da fazla birşey deme şansımız yok. Neticede belgesel değil. Bunun yanında okumaktan ve araştırmaktan uzak olan toplumumuzun bu dizi sonunda tarihimizi doğru tahlil edemeyeceği gerçeğini keşke göz önünde bulundursalardı.


Peki bu kadar insanın ağlamaktan gözlerinin şişmesine neden olan Mustafa bu kadar masum, bir aklı evvelin suç duyurusunda bulunduğu Kanuni bu kadar gaddar mıydı?

Şimdi 1553 yılında bir İmparatorluk düşünün. Şu anki Türkiye'nin 20 katı büyüklüğünde bir toprak parçasına sahip. 100 sene önce İstanbul alınmış ve bir çağ bitmiş yeni bir çağ başlamış. Tüm dünyanın gözü üstünde. Öyle bir İmparatorluk ki, yaklaşık 250 yaşında olmasına rağmen defalarca haçlı seferi geçirmiş, 11 sene fetret devri yaşamış ve bu sürede padişahsız kalmış, bir çok isyan görmüş bir İmparatorluk. Öyle bir İmparatorluk ki, Fatih Sultan Mehmed'in amcası Orhan'ın Vatikan'ın kuklası olduğunu da görmüş, yine Fatih'in oğlu Cem Sultan'ın yine Vatikan elinde fidye aracı yapıldığını da yaşamış. Hatta hatta 2. Beyazıt kardeşi Cem Sultan için 40000 altından fazla para ödemiş naaşını da para ile satmak istenince Napoli'ye savaş açmış. Daha sohraları da Yavuz Sultan Selim, Şah İsmail ile işbirliği halinde ki kardeşi Ahmed'i öldürmüş. Tüm bunları yaşamış bu İmparatorluk.

Şimdi bir düşünelim. İsyan eden bir padişah kardeşi olan Orhan yüzünden, İstanbul'un fethi zora girme tehlikesi yaşamış ve gecikmiş, isyan eden bir padişah kardeşi olan Cem Sultan yüzünden padişah 2. Beyazıt batıya sefer düzenleyemez hale gelmiş, isyan eden bir padişah oğlu olan şehzade Ahmed yüzünden İmparatorluk adım adım içine nüfus eden Şah İsmail tehlikesinin köşesinden dönmüş. Bu olayların her biri padişahları daha katı kurallar almak zorunda bırakmış. Kaldı ki bu olaylar daha nice yaşanan olaylardan sadece öne çıkanları.

Bir kere şunu kabul edelim ki, padişahlar belki içleri kan ağlasada bu kararları almak zorundaydılar. Hem İlahi Kelimetullah'ın zarara uğramaması adına, hemde iç savaş çıkıpta bir çok insanın ölmesini ve düzenin bozulmasını engellemek adına en sevdiklerini feda etmekteydiler. Ayrıca kendi canlarını da muhafaza etmek gibi son derece anlaşılır bir nedeni de sayabiliriz. Devletin düzenini tehlikeye atmamak için hac vazifesini dahi eda etmeyen padişahlar için en önemli konu İlahi Kelimetullah mevzusudur ve bunu riske atacak ne varsa ortadan kaldırılmalıdır. Babasının, dedesini tahttan indirip sürdüğü gerçeğinide Kununi bizzat yaşamış hatta taht yolunda babasına yardım dahi etmiştir ki böyle bir geçmişi olan padişahın tarihin tekerrür edecek olmasından ve oğlunun kendisini sürdürecek olmasından şüphelenmesi de çok normaldir. Neticede Kanuni kandırılmış olsun ya da olmasın bu kararı almakta o günün şartlarına göre haklıdır. Kaldı ki bu karar çok zor alınmıştır.


Gelelim Mustafa konusuna. Mustafa Kanuni'nin en büyük oğlu olmasının yanında herkes tarafından padişahlığa en çok yakıştırılan şehzade. Dizide anlatıldığı kadar da masum değil. Örneğin Osmanlı'da şehzadelerin sakal bırakması hükümdarlık emaresi sayılıp, yasak olduğu halde Mustafa sakal bırakmış ve babasının bir kaç kez bu konuda uyarısını almıştır. Bunu yanında Şehzade kendi adına tuğra da çektirmiştir. Ayrıca şu an gerçek olup olmadığı tartışılsa da İran'a, Diyerbekir ve Erzurum beylerbeyine yazdığı bir çok mektup vardır. Diyerbekir beylerbeyine yazdığı mektupta açık açık benim yanımda mısın diye sormuştur. Her ne kadar Rüstem Paşa'nın parmağı bu işin üstünde dolanıyor olsa da, Mustafa'nın takibatını bizzat Sokollu yapmıştır ki Sokollu zekası ve kabiliyeti herkesce kabul edilmiş bir paşadır.

Netice olarak şunu söyleyebilriz. Kanuni'yi bu kararı almaya iten çok önemli emareler vardır. Ayrıca bu kararı çok zor almış olup oğlunu bir kaç kez affetmiş ve defalarca uyarmıştır. Eğer amacı sadece tahtını korumak olsa ve dizide anlatıldığı gibi gaddar biri olsa bu katli daha önce gerçekleştirirdi. Zira Kanuni'nin oğlu ile arası 1548'den beri zaten açıktı. Bunun yanında Mustafa, tüm bu mektuplar sahte olsa dahi  açık açık olmasa bile gizli bir isyan içindeydi. Sakal bırakması, tuğra çektirmesi, askerler ile içli dışlı olması bunların belirtisiydi. Yinede amacı açık bir isyan olsaydı, boğdurulduğu çadıra gitmez ve kendini uyaranları dinleyerek askerleriyle babasının karşısına çıkardı ki büyük olasılıkla kazanırdı.

Bir TV dizisi karakterinin dizide ölümü sonrasında cenaze namazı kılan, 500 sene önce yaşayıp ölmüş birine suç duyurusunda bulunan halkımızın bir kısmının Kanuni'ye beddualar yağdırdığı bir dönemde dilim döndükçe asıl olanları anlatmak istedim. Bu dizinin sonunda her türlü kötü sıfatı kendisine yapştırmayı ve yakıştırmayı bir marifet sayan insanımız, batılıların yıllardır bize münasip gördükleri "barbar" lafını sahiplenirlerken, 1800'lü yılların sonuna kadar bu tür katledilmelerin sık sık görüldüğü Avrupa'yı anlatan bir dizi henüz çekilmediği için daha bir modern görür oldular. Ne diyelim Allah reytingimizi düşürmesin.


10 Şubat 2014 Pazartesi

SUÇLULAR ARAMIZDA

Günümüzün en çok tartışılan ve tartışılmasına karşın en çok takip edilen konusu futbol. Herkes bir futbol takımına gönül vermiş gidiyor. Hatta bazen farklı renklere sevdalananlar başka bir takımın karşısında olmak adına ittifak dahi yapıyorlar. Tıpkı şike döneminde şikeye adı karışan takımın karşısında bir çok takımın birleştiği gibi.

Peki bu şike döneminde sürekli tek takım suçlanırken, başka suçlulur da var mı diye düşündük mü? Tüm kabahat sadece tek takımda mıydı? Onları şike sürecine iten sebepler nelerdi hiç irdeledik mi? Ben irdeledim ve başka suçlulara da rastladım hatta daha büyük suçlulara.

Şimdi şike olayının perde arkasında siyasi başka dinamikler olduğunu iddia edenler olabilir. Ben sadece futbol çerçevesinden bahsedeceğim. Artık hukuki mercilerin çoğu tarafından kabul edilmiş ve telafuz etmekte bir sıkıntı görmediğim şike olayının arkasında gizlenen suçluları ifşa edeceğim.

Olayları iyi irdeleyebilmemiz için 2009-10 sezonunun öncesine gitmemiz gerek. O zamana kadar herkesin malumu şampiyonluk pastası 4 takım tarafından paylaşılıyordu. Hatta bir takım uzun süredir bu başarıyı yakalayamadığndan daha fazla iki tanesi olmak üzere 3 İstanbul takımı şampiyonluğu aralarında pay ediyorlardı. Gazeteler ve  TV kanalları taraftarı 10 milyonların üzerinde olan bu takımlar için şampiyonluk belgeselleri yapıyor, yazı dizileri yayınlıyor ve böylelikle trajlarına traj, reytinglerine reyting katıyorlardı. Yayıncı kuruluşun dağıttığı paradan da bu şampiyon olan takımlar daha fazla pay alıyor. Böylelikle herkes mutlu mesut geçinip gidiyordu. Ta ki 2009-10 sezonuna kadar.

Ne oldu o sezon. Yıllardır taraftarıyla camiasıyla şehriyle şampiyonluğa yakıştırılan ama yaklaştırılmayan haddini bilmez bir takım çıktı alnının akıyla şampiyon oldu. Bakın siz şu densize. Kimsenin beklemediği anda gelen bu şampiyonluk birden bütün hesapları alt üst etti. Artık şampiyon olan takımların aldığı paydan bir takım daha nemalanacaktı. Tabi bu densizlik diğer 4 takımı etkilediği gibi bu takımı hesaba katmayan gazeteleri ve TV kanallarını da etkiledi. 2010'nun mayıs ayında yıllardır yaptıkları traj ve reytingleri yapamadılar çünkü hazırlık yapmamışlardı. Onların arşivlerinde şampiyonluk mücadelesi veren diğer takımın belgeseli hazır bekliyordu. Yani kısacası koskoca ülkede bir tane şehir sevinecek diye bütün futbol camiası zarar ediyordu. Bu durum kabul edilebilir bir durum muydu? Tabiki hayır. Buna sebep olanlar cezayı hak ediyorlar mıydı? Kesinlikle Evet. Zaten bu durumu görmüş olacak ki, bu densizliğe imza atan takımın teknik direktörü ertesi sene "Artık Anadolu'dan şampiyon çıkarmazlar" tespitinde bulunuyordu. O gün ona kızanlar bugün gelinen noktada nasıl bir haksız tepki verdiklerini görebilirler.



Gelelim 2010-11 sezonuna yani şikenin gerçekleştiği sezona. Şimdi bir takım düşünün. Daha önce iki kez son maçta şampiyonluğu kaçırmış, hatta son seferinde yanlış bir anons sonucu tüm ülkeye konu olmuş bir takım. Onlarında psikolojisini anlamak lazım kolay kabul edilebilir bir durum değil. Bu travmanın tekrarlanmaması için tüm önlemlerin alınması çok normal. Yani bir daha bu acıyı yaşamamak için tüm köşeleri tutmak suç mu kardeşim? Bu acıyı daha önce yaşamadığımızdan bunun ne büyük bir acı olduğunu bilmemiz mümkün değil ama en azından anlamaya çalışalım. Sen iki kere son maçta şampiyonluğu kaçıracaksın sonra bu kezde başka bir anadolu takımı sana kafa tutacak, kıyasıya bir yarışta sürekli kazanmana rağmen rakibini egale edemeyeceksin zor hazmedilir bir durum. Sahaya yansımıştır yansımamıştır orasını bilmem, siyasi kısmından hiç anlamam ama işin ekonomik ve psikolojik boyutunu anlayabiliyorum.

Ardından patlayan 3 Temmuz sürecinden sonra dahada yaralanan futbol markasının ve zarara uğrayan yayıncı kuruluş için play off düzenlemeler, saçma sapan kurallar falan zaten hepimizin bildiği şeyler. Şimdi de zamanında adı şikeye karışmış bir takım büyük puan farkı yapınca lige renk katmak adına önünün kesildiği iddia ediliyor. Zamanında kayıtsız şartsız önündeki tüm engeller bir şekilde kaldırılanlar bugün engellerle karşılaştıklarında bağırıyorlar. Yine zamanında bu engellerin kaldırılmasına tepki veren, haksızlığa uğradıklarını iddia edenler, şimdi bu aşağı çekme, durdurma ya da dengeleme müdahalesinden gayet memnunlar.

Peki Kelebek Etkisi filminde olduğu gibi geriye dönüp bazı şeyleri değiştirme şansımız olsaydı ne yapardık? Neyi değiştirirdik? Kimsenin görmediği asıl suçluları ortadan kaldırmaz mıydık? Neticede biraz düşünmek gerekirse, o kendini bilmez takım çıkıp şampiyon olmasaydı bunların hiçbiri olmayacaktı. O hadsiz şehir o sene öyle kenetlenmeseydi, bugün yine en çok para 4 takım tarafından paylaşılacaktı. Oysa ki o takımın taraftarı tertemiz bir ikinciliğe bile razıydı. Son maçta "Biz bu sene çok mutluyduk Şampiyonluğun canı cehenneme" dememişler miydi? Şampiyon olmanın, milleti zarara uğratmanın, insanların psikolojilerini bozmanın ne gereği vardı. Düzen bir şekilde kurulmuş gidiyordu. Ne diye bu düzeni bozuyordun ki? İkincilik neyine yetmedi. Bu densizler şampiyon olmasaydı ne basın kuruluşları zarara uğrardı, ne de başka insanların psikolojileri bozulurdu. Hatta ertesi sene kimse şike gibi pis bir işe teşebbüs ve tenezzül etmezdi.


Bu düzenin bozulmasına, bu tezgahın bir süreliğine yıkılmasına neden olan bir suçlu daha var. O da bir futbolcu. Kim olduğunu anlamak için 2009-10 sezonunun son maçına gidelim. Şampiyon olan o hadsiz takımın son maçı. Ev sahibi takım 2-0 önde. Maç böyle bitecek derken birden rakip takım bir gol atıyor ve durum 2-1 oluyor. Ne hikmetse bu golün haberi İstanbul'a o anda şampiyonluk mücadelesi veren diğer takımın stadına iki kere gidiyor.Maç 2-1 iken bu haberin iki kez gitmesinden ötürü İstanbul'da ki herkes diğer maçın skorunu 2-2 zannediyor ve maçın son 2-3 dakikasında İstanbul takımını destekleyen futbol severler takımlarının zaman geçiren futbolunu mutlu mesut seyrediyorlar. Eğer diğer maç 2-0 devam ederken o futbolcu skoru 2-1 yapan golü atmasaydı, bu gol haberi diğer tarafa hiç gitmeyecek, kimse rakibinin maçının skorunun 2-2 olduğunu zannetmeyecek, o anons yapılmayacak, o İstanbul takımı son dakikalarda top çevirmeyecek, gol arayacak ve belkide bulacak, böylelikle o takım şampiyon olacak, böylelikle gereksiz bir travmaya girmeyecek, yayıncı kuruluş, gazeteler ve TV kanalları hazırlıksız yakalanmayacak, arşivlerinde ki belgeselleri ve yazı dizilerini yayınlayacak ve böylelikle para kaybı yaşamayacaklardı. O futbolcu o golü atmasaydı, İstanbul takımı şampiyon olacağı için gereksiz bir psikoloji ile ertesi sene şike yapma ihtiyacı da hissetmeyecekti. O futbolcu o golü atmasaydı, şimdi herkes aynı tezgahın önünde mutlu mesut yaşayacaktı.

Şimdi anladınız mı asıl suçlunun kim olduğunu?


21 Ocak 2014 Salı

Fillerin Dövüşü

Şurası kesin ki, Türkiye'de en çok tartışılan insanları sayacak olsak ya da başarısı, takdirin yanında tenkit de toplayan insanların listesini yapsak Elif Şafak bu listede mutlaka yer alır.

Ben kendi şahsıma çok başarılı buluyorum Elif Şafak'ı. Son kitabını da zevkle okudum ancak yine bu kitap da bir çok tartışmayı beraberinde getirdi. Yazar hakkında başkasının cümlelerini kuruyor diyen de var, hikayeleri çalıntı diyen de. Osmanlı'nın en şaşaalı döneminde geçen ''Ustam ve Ben'' isimli roman için de, yıllar önce yazılmış başka bir romandan alıntı yapılmış diyenler de az değil. Peki haklılık payı var mı? iki kitabı da okuyan biri olarak açıklayayım.

En kibar tabiriyle alıntı yapıldığı iddia edilen kitap Jose Saramago'nun 2008 yılında yazdığı ''Filin Yolculuğu'' isimli kitap. Filin Yolculuğu, nobel ödülü sahibi Portekizli yazarın son kitabı. Hatta kitabın büyük bir kısmını hastanede yatağında yazmış. Yazarın karısı, Saramago'nun en büyük korkusunun bu kitabı bitirememek olduğunu söyler. Neyse ki kitap tamamlanmıştır ve bizde bu hoş yolculuktan haberdar olmuşuz. Peki ne anlatıyor kitap?

Saramago son kitabında yine kendine has üslubu ve yazım tarzıyla Portekiz kralı III.Joâo'nun, kuzeni Roma-Germen İmparatoru II. Maximilian'a hediye olarak gönderdiği ''filin'' yolculuğunu anlatmış. Bu yolculukta filin ve ona eşlik eden korumalar ve ırgatların başlarına gelenler, okura aktarılırken, hayatında ilk kez fil gören halkın şaşkınlığı, ondan medet uman kilisenin oyunbazlığı, fırsatı değerlendirmeye çalışan hintli bakıcının kurnazlığı usta bir dille anlatılmış.


Peki Elif Şafak bu kitaptan alıntı yapmış diyenler haklı mı? Kesinlikle hayır. Çünkü Elif Şafak kitabında sadece Kanuni Sultan Süleyman'a hediye edilen beyaz fil Çota'nın hikayesini değil, onun bakıcısı Cihan'ın, dolaylı olarak Mimar Sinan'ın hikayesini de anlatırken, Mihrimah'dan, Hürrem'den,Rüstem Paşa'dan,Sermimar'ın kalfalarından ve eserlerinden kısacası Kanuni ile 3. Murad arasında kalan ve Osmanlı mimarisinin zirve yaptığı o şahane dönemden bahsetmiştir. Saramago bir yolculuğu anlatırken, Şafak bir dönemi yazmıştır. En büyük benzerlik Saramago'nun romanında ki fil ile Elif Şafak'ın kahramanı olan filin hediye edildiği kişinin adının aynı olmasıdır. Elif Şafak'ın fili Süleyman'a hediye edilirken, Saramago'nun filinin adı bizzat Süleymandır. Kaldı ki, Elif Şafak, Saramago'nun fili Süleyman'dan kitabının küçük bir bölümünde bahsetmiştir. İki romanın da 16. yüzyılda geçmesi başka bir benzerliktir ancak hepsi bu.

Şunu açıkca söyleyebilirim ki, Baltasar ve Bilimunda ile üne kavuşan, Körlük ile zirve yapan nobel ödüllü yazar Saramago'nun son kitabı, benim nazarımda Elif Şafak'ın Ustam ve Ben'inin yanına dahi yaklaşamaz. Kaldı ki, bence Ustam ve Ben, Şafak'ın en iyi 3 kitabından biri dahi değildir. Gereksiz uzatmalarla insanı yormaya çok müsait bir havası varsa da Şafak'ın kendine has çekim gücü ile okuru bir yanından yakalayan Ustam ve Ben, okuyanı zaman zaman heyecanlandırmayı, bazen şaşırtmayı ve çoklukla duygulandırmayı başarırken, Saramago'nun son eseri dudaklarda bir tebessüm bırakmaktan öteye gidememektedir. 

Aslında 2008 yılında basılan Filin Yolculuğu'nun ilk Türkçe baskısının 2009 senesinde yapıldığını ve Elif Şafak'ın kitabının çıkmasına çok yakın bir zamanda tekrardan kitap marketlerin raflarında ki yerini alması çok manidardır ve bence bu durum Elif Şafak'ın, evvelce yazılmış bir kitaptan alıntı yapmadığını ortaya koyduğu gibi Filin Yolculuğu'nu basan yayın evinin Elif Şafak isminden yararlandığını da düşünmemize sebebiyet vermektedir.

Benim naçizane düşüncem budur. Belki siz farklı düşünebilirsiniz. Neticede her kitap ayrı bir yol, her okur farklı bir seyyahdır. 

Herkese iyi yolculuklar...