2 Eylül 2017 Cumartesi

DANGAL


Lagaan, PK, Taare Zameen Par, 3 Idiots ve daha niceleri. Bu filmlerin ortak noktası nedir diye bakarsak, filmlerin hepsinde Hint sinemasının son yıllarda yükselen yıldızı Aamir Khan'ın rol aldığını görürüz.

Ülkesinde Hindistan'ın Tom Hanks'i olarak adlandırılan Aamir Khan 1965 Hindistan doğumlu. Yapımcı olan babası ve amcasının izinden giden Aamir, henüz 8 yaşındayken tanışıyor kameralarla ve o günden sonrada bir şekilde kamera etrafında olmaktan vazgeçemiyor. 2001 senesinde ilk kez yapımcılığını üstlendiği Lagaan filmiyle Oscar'a dahi aday oluyor. Ardından da diğer başarılı filmleri geliyor tek tek. Filmlerinde yeri geliyor ağlatıyor, yeri geliyor güldürüyor ve her defasında mutlaka bir kalite seviyesini yakalıyor. Tıpkı son filmi "Dangal" da olduğu gibi.


Dangal, Hindistan'ın uluslararası kulvarda altın madalya kazanmış ilk kadın güreşçisi olan Geeta Phogat'ın gerçek hikayesinin anlatıldığı bir Bollywood filmi. Aamir Khan filmde canlandırdığı karakterin genç ve yaşlı hallerinin sahneleri için 35 kilo almış ve sonrasında bu kiloları vermiş. Performansı ile Hint sinemasının oscarı olarak adlandırılan Filmfare ödüllerinde en iyi erkek oyuncu ödülünü kazanan Aamir Khan, filmde Geeta Phogat'ın babası Mahavir Singh Phogat'ı canlandırıyor.

Mahavir, gençliğinde güreş sporuna gönül vermiş ve kendi çapında da başarılı olmuş ama maddi imkansızlıklardan dolayı güreşi bırakmak durumunda kalmış, vücudunun dört bir yanı yetenek ve uhde dolu bir adam. Yarıda bırakmak durumunda kaldığı işi doğacak oğlunun tamamlayacağına inanıyor ancak ard arda doğan dört kız çocuğu ile hayallerini rafa kaldırmak zorunda kalıyor. Ne var ki bu kızlardan iki tanesi onun için büyük gurur kaynağı oluyor. Film her ne kadar Geeta'nın hikayesine odaklanmış olsa da hem Geeta hemde küçük kardeşi Babita güreşte çok başarılı oluyorlar.

Zaman zaman böyle baba olmaz olsun dedirten ama sonunda o babanın döktüğü göz yaşlarına ortak olunarak babaya hak teslimi yapılan üç saate yakın süre boyunca hiç sıkılmadan hatta sıkılmayı bırakın, içinden bir an olsun ayrılamayarak izliyorsunuz filmi. Kadınların hakir görüldüğü topraklarda onların arkasında duran bir baba ve onun emeklerini boşa çıkarmayan kızlarının hikayesini izlerken, heyecandan avuçlarınızın terlemesine, duygu yoğunluğundan da gözlerinizin dolmasına engel olamayabilirsiniz.

Tüm Hint filmlerinde görmeye alışkın olduğumuz ve bu filmde de bolca var olan klip tadındaki müzikli sahnelerden de bahsetmemek olmaz. Özellikle film ile aynı adı taşıyan "Dangal" şarkısı çok başarılı olmuş. Resmen gaza geliyorsunuz. Bence bu özellik Hint sinemasına ayrı bir güzellik katıyor.

Neticede şunu söyleyebilirim ki, sıradan bir konunun ustalıkla işlendiği bu filmi mutlaka izleyin. Seyrederken Hint kültürü ile ne kadar benzer yanlarımız olduğunu görüp şaşıracak, ( ki maalesef bu benzerlikler genelde olumsuz konular ) babalarının kızlarına olan yaklaşımını gördükçe baştan kızıp sonrasında duygulanacak ve güreş müsabakalarında bol bol heyecanlanacaksınız. Özet olarak boş bir 169 dakikanız var ise filmi seyredin değil, kendinize bu film için 169 dakikalık boşluk yaratın diyebilirim.

Keyifli seyirler.

Not: Geeta Phogat'ın 2010 yılındaki final mücadelesinin gerçek görüntülerini seyretmek isterseniz aşağıdaki linke tıklayabilirsiniz.

https://www.youtube.com/watch?v=y60C_SjsAXI




30 Temmuz 2017 Pazar

KALP ATIŞI

Son yıllarda artan bir hastane dizisi furyası var. Bu furyanın son ürünü ise Kalp Atışı isimli yapım. Genelde eşim bu tür yapımları pek sever. Yerli yabancı bir çok dizi izlemişliği vardır. Bu diziyi de 5 yaşındaki kızımızın dizinin ilk bölümünden sonra doktor olmak istediğini söylemesi üzerine takip etmeye başladım.

Dizi klasik bir hastane dizisi. Acil müdahaleler, ameliyatlar, muayeneler arasında sürüp giden aşk ve ihtiras hikayeleri. Hasta-hekim diyalogları, kurtarılan hayatlarla yaşanan sevinçler, yitip gidenlerin ardından duyulan hüzünler.

Bunun yanında son yıllarda süregelen itibarsızlaştırma kampanyasının sonucundan mıdır bilinmez bir detay daha var artık yeni hastane dizilerinde. Doktora uygulanan şiddet. Hemen her bölümde bir olay var. Bir bölümde doktora demir sopayla saldıran eski bir hastane çalışanı. Bir bölümde doktora silah çeken hasta yakını. Bir başka bölümde yakınının vefat haberinin ardından doktorun boğazına sarılan bir vatandaş. Son bölümde ise nöbet geçiren bir hastanın saldırısına maruz kalan bir doktor.

Şimdi bunlar son zamanlarda karşılaştığımız hastane şiddetinin diziye yansıması mıdır? Bu sahnelerle doktorların yaşadığı zorluklar mı dile getiriliyordur? Yoksa bu sahneler doktor itibarsızlaştırma kampanyasının son ürünlerinden midir? Bu sahnelerle doktorun dövülmesi ve/veya öldürülmesi normalleştiriliyor mudur? orasını bilemem.

Tek bildiğim şey kızımın son bölümü seyrettikten sonra "Bu doktorlara hep vuruyorlar. Ben doktor olmak istemiyorum" sözlerinin ne kadar ağır olduğu gerçeğidir.

Tabiki yıllarını bu mesleğe adamış insanlara reva görülen şiddeti onaylayalım, görmezden gelelim, konuşmayalım demiyorum. Ancak bu kutsal mesleğin zorluklarını anlatırken dozu kaçırıpta uygulanan şiddetin bu mesleğin cilvesiymiş gibi algılanmasına neden olmayalım diyorum. Zira herkes bilir ki, " İlaç ile zehir arasındaki tek fark dozdur."







25 Temmuz 2017 Salı

DUNKIRK



Amerikan sinemasının dahi yönetmeni, insanları ters köşe yapmayı kendine tarz edinmiş adam Christopher Nolan'ın uzun zamandan beri beklenen filmi Dunkirk sonunda vizyona girdi. İkinci Dünya Savaşındaki meşhur geri çekilme harekatının konu alındığı film kalite olarak beklenileni vermekle beraber alışık olduğumuz Nolan filmlerinden farklı kimlikte olmasıyla dikkat çekiyor.

Şimdilerde Fransa'nın şirin bir sahil kasabası olmasıyla bilinen Dunkirk normal olarak filmde bu özelliğinden uzak bir görüntüde karşımıza çıkıyor. Alman ordusunun ilerlemesiyle köşeye sıkışan İngiliz ve Fransız askerlerinin çaresizliği, İngiliz askerlerinin denizin karşı yakasında kendilerini bekleyen evlerine ulaşmak için verdikleri mücadele çok net bir biçimde işlenmiş. Genelde bu tür filmlerde asıl konu ile eş zamanlı ilerleyen çerezlik aşk hikayesi gibi popülist oyunlara gerek duymamış usta yönetmen. Anlatmak istediğini hiç dolandırmadan anlatmış.

Genelde Nolan filmlerinin sonunda hep bir ters köşe beklenir. Şöyle ayaklarınızı uzatarak bir Nolan filmi seyretmeniz çok da mümkün değildir. Ya çok gerilirsiniz ya da film içerisindeki oyunları çözebilmek için sürekli kafa yorarsınız. Dunkirk ise bu filmlerden uzak bir çizgide. Filmin sonunda herhangi bir beklenmedik olay yok. Titanik gibi beklenen ne ise o gerçekleşiyor. Buna rağmen gözünüzü ayırmadan seyrediyorsunuz.

Açıkçası filmi seyrederken Steven Spielberg'in Er Ryan'ı Kurtarmak filmini anımsadım ki sanırım herkesin aklına bu film bir şekilde gelmiştir. O filmde de olduğu gibi salt bir savaş hikayesi anlatılıyor. Tek fark bu filmde o denli kan görmüyorsunuz. Hatta hiç kan gördüm mü sorusunu kendime sorduğumda aklıma anında gelen bir sahne olmuyor.






Filmde üç ayrı hikaye özenle işlenmiş. Hemde bu,çok fazla diyaloğa dahi gerek duyulmadan başarılmış. Büyük bir sevinç ile karşılanan ancak daha sonralarında Churchill'in '' Tahliye ile zafer kazanılmaz'' eleştirisine maruz kalan İngiliz askerlerinin kahramanlıktan uzak görüntüsü de alışılmış savaş filmleri ile bu film arasındaki en bariz farklılıklardan biri. Filmdeki korku ve gerilim dolu savaş anlarının yaşandığı Manş Denizinin orta yerine konulmuş olan Bay Dawson, sakin tavırlarıyla sanki bir tur teknesi kullanıyormuşcasına seyredenin arada bir nabzını düşüren bir ilaç niteliği taşımış.

Daha öncelerde üzerinde halen tartışılan ve hala tam bir sonuca bağlanamayan konuları bu bilinmezlikten de yararlanarak işleyerek herkesi kendine hayran bırakan Nolan, bu sefer herkesin bildiği tarihi bir olayı hem de herkesin bildiği şekliyle, uydurulmuş efsanevi olaylara başvurmadan işlemiş. Tıp dünyasının halen tam olarak çözemediği rüyalar arasında umarsızca seyahat ettiği İnception'da, bilim adamlarının her gün yeni bir detay buldukları evren gerçeğine göz kırptığı İnterstellar'da istediği gibi at koşturabilen Nolan, sınırlarının belirli olduğu kendine çok fazla hareket alanı tanınmayan bir konuyu layıkıyla işlemiş.

Son olarak şunu söyleyebilirim ki, muhtemelen filmi seyreden çoğu kişi gibi ben de filmden büyük memnuniyetle çıkarken, bizim destan gibi destanlarımızın, zafer gibi zaferlerimizin reklamını yapamayışımızı düşünerek buruk bir tebessümle terk ettim sinema salonunu.






9 Nisan 2017 Pazar

PEYGAMBERDEN SONRA


Şöyle bir gerçek var ki, olayları yaşarken ya da olayın tam merkezindeyken yorumlamak çok mümkün olamayabiliyor. Bir olaya ya da resme ne kadar geniş açıdan bakabilirseniz tahlil başarısı o oranda artıyor. Depremlerde dahi en doğru şiddet ve büyüklük değerini deprem merkezine en uzak istasyonlar veriyorlar. Lesley Hazleton'un kitabını okurken bu saptama bir türlü aklımdan çıkmadı.

Lesley Hazleton kendisini Agnostik Musevi olarak tanımlayan bir gazeteci. 1945 İngiltere doğumlu. Yani baktığınızda yazmış olduğu kitabın merkezinin çok çok uzağında. Kendisi ne bir Müslüman, ne 600 lü yıllarda yaşamış ne de Arap yarımadasında ya da yakınında bir coğrafyada yetişmiş birisi. Müslümanlıktan bu derece uzak biri olmasına rağmen yazmış olduğu kitap Hz. Muhammed'in ölümünden sonraki 50 seneyi ve dolayısıyla Şii-Sünni ayrışmasının temellerini anlatıyor.



Bir kere şunu söylemek isterim ki, kitap tam bir roman tadında ele alınmış. Okurken kesinlikle yorulmuyorsunuz. Kitabın bir miktar şii yanlısı olduğunu hissediyor olsanız da bu çok da rahatsızlık verici bir taraf tutma gibi gelmiyor size. Kitabın bazı kısımlarında verilen detaylar var ki, sadece iki kişinin bilebileceği olayları anlatıyor. Örneğin Hz Muhammed'in, Hz Ayşe'nin kendisine getirdiği ballı sütü içmemesi detayı gibi. Bu olayı sadece iki kişi sonraki nesillerin bilmesini sağlayacak şekilde anlatmış olabilir ki, bunların birisi peygamber diğeri ise Hz.Ayşe. Hz Muhammed'in bu detayı anlatabiliyor olması ne kadar mümkün görünmüyorsa Hz. Ayşe'nin de kendisi için olumsuz bir örneği başkalarına anlatmış olması çok gerçekçi gelmiyor. Okurken bu kısım beni biraz rahatsız etti açıkcası. Araştırma sonucu yazılmış bir kitapta söylentiye yer vermesi beni biraz itti.

Bunun yanında kitap gerçekten ciddi bir araştırma ürünü. Hz.Ayşe, Hz. Ali, mücadelesini, Hz Ömer ve Hz Osman'ın başına gelenleri, Marvan, Yezid, Muaviye gibi İslamiyet tarihindeki yol ayrımlarının mimarlarını okurken ne çok bilgiye maruz kalıyor ne de yüzeysel bir geçiştirme hissediyorsunuz. Lesley bir çok önemli olayı sade ve hüküm vermekten uzak bir eda ile yazmayı başarmış. Kitap; okurken bilmediğim bir çok konu ile karşılaşıp aslını öğrenmek için başka kitapları ve internet sitelerini karıştırmama neden oldu.

Son olarak şunu söyleyebilirim ki, ilk emri oku olan bir dinin indirilmiş kitabını dahi okumaktan üşenen insanların bu kitabı yazan insanın öz geçmişine bakıp biraz düşünmeleri gerek diye düşünüyorum.

Not: İtiraf etmeliyim ki, kitabın bir kısmında Muaviye ile Bush'u yöntem açısından benzetmiş olması Lesley'e bir hayranlık duymama neden oldu. Kitabın başka bir kısmında Kufa valisi Ziyad'ın zalimliğinin tasvirini de benzettiğim kimseler oldu ve acaba bu detay bilinçli mi verildi diye düşünmeden edemedim. Sonrasında herhalde tasvir edilen bu detaylar diktatörlerin ortak özellikleridir deyip üzerinde durmamayı yeğledim.

Keyifli okumalar...

28 Mart 2017 Salı

KUŞLAR YASINA GİDER


Hep söylerim. Her kitabın bir zamanı var bence. Daha önce okumaya başlayıpta içine giremediğiniz bir kitabı başka bir denemenizde elinizden bırakamayabiliyorsunuz. Aynı şekilde daha önce ısınamadığınız bir yazarın daha sonradan müdavimi olmanız mümkün. Hasan Ali Toptaş benim için bu tanıma net bir şekilde uyuyor.

Hasan Ali Toptaş daha önce hayatıma bir kez temas etti ama nakledilen organı kabullenmeyen bir vücut hoşnutsuzluğu ile benliğim bu teması görmezden geldi. Geçen gün bir kez daha başka bir kitap ile denememiş olsaydım "belki de doğru zaman değildi" derdim. Lakin geçen gün okuduğum "Kuşlar Yasına Gider" romanından sonra diyorum ki, "belli ki doğru zaman değildi."

Bir kere şunu söylemeliyim. Yazarın anlatımı çok yalın ve samimi. Okuyanı anında içine çekebilecek bir içtenlik söz konusu. Ana karakterin babasının Ankara'daki yabancılığı, dahil olamayışı, ait hissedemeyişi, çaresizliği o kadar güzel aktarılmış ki açıkcası ben gözlerimin dolmasına engel olamadım. Yine aynı babanın tedavi gördüğü sağlık merkezinde ki mazlum ve itaatkar tavrı hemen akla, göçükten yeni çıkmış olmasına rağmen ambulanstaki sedyenin kirlenmesini kendine dert edinen maden işçisini getiriyor. Yani bizden bir karakter bize bizim gibi anlatılıyor kitapta. Bu içtenliğin yanında anlatımda ciddi bir zeka da göze çarpıyor. Örneğin ana karakterimiz babasıyla geziye gittiğinin hayalini gördüğü bir bölümde yazarımız hayalden gerçeğe dönüşü,"bir anda uyandı" ya da "kendine geldiğinde" gibi klişe tabirlerden uzak durarak o kadar ustaca anlatmış ki, etkilenmemek imkansız. Yazar anlatmak istediği her şeyi anlatmış ama bunu insanın gözüne soka soka yapmamış. Yeri gelmiş sağlık sistemine inceden bir eleştiri getirmiş ama bunu bağıra çağıra yapmak yerine basit bir cümle ile "anlayana" gönderme şeklinde yapmayı tercih etmiş.



Sonu başından hissedilen, çok fazla ters köşesi olmayan, bölüm sonlarında ektiği merak tohumlarıyla bir sonraki bölümün okuma hevesini filizlendiren türdeki kitapların dışında kalan kitaplara tutunmak daha zordur. Kuşlar Yasına Gider bu konuda zoru başarmış bir kitap.

Geç gelen tanışmanın getirdiği zaman kaybını telafi etmek için okunacaklar listeme Hasan Ali Toptaş'tan bir kaç kitap daha ekledim. Bence yazar ülkemizde hak ettiğini tam manasıyla bulamamış değerlerimizden biri.

13 Mart 2017 Pazartesi

KARUN VE ANARŞİST

İskender Pala'yı okuyanlar bilir. Akıcı, sürekleyici bir tarzı vardır. Seçtiği kelimeler ve bu kelimelerle kurduğu cümleler bir çırpıda okuyucunun etrafını sarar ve okuyucu kendisini başka bir dünyanın ortasında buluverir.

Son kitabında da bu tılsım fazlasıyla var. İnsan kendisini bir anda milattan önceki yıllarda Lidya topraklarında buluveriyor. Tam o ortama alışmışken, bu sefer ihtilal zamanına 1980 li yıllarda bir hapishane koğuşuna geçiveriyorsunuz. Ancak öyle yumuşak bir geçiş ki, bu herhangi bir anlam kayması yaşamadığınız gibi algı sorunu da vuku bulmuyor.

Öyle ki, birbirini takip eden iki ayrı hikaye var kitapta. Milattan öncenin Manisa-Uşak coğrafyasında başlayan hikaye, 1980 li yılların İstanbul ve Ankara'sında devam ediyor. Karakterler milattan önceki karakterlerle benzeş ve olaylar da birebir aynı. Yani herhangi bir kopukluk olması mümkün değil. Anlatım becerisi ve akıcılık kabiliyetinin yanında bana iğreti gelen bir iki detaydan bahsetmeden geçemeyeceğim. Baştan uyarayım. Kitabı okumayanlar için heves kaçıran bir detay olabilir yazdıklarım.

Kitabın ilk bölümünde milattan önce 400 lü yıllarda Lidyalıların ayaklarına giydikleri günümüzün sandalet tarzı eşyadan söz ediliyor. Yazarın bu eşya için şipidik ismini vermesi açıkcası bana garip geldi. Sandalet bile denmiş olsa bu kadar göze batmazdı diye düşündüm açıkcası.

Bundan başka yine kitabın ikinci bölümünde 1986 yılında iki mahpus arkadaşı konuşurken biri diğerine şöyle diyor: " Allah'ın İlahi takdiri diyelim. Karşımızda İnsanlık adından bir yazılım var ve programa göre her şey tekrar ediyor." Bu cümlede ilk takıldığım nokta Allah'ın İlahi takdiri kısmı. İlahi kelimesi zaten Allah'a özgü demek iken, Allah'ın Allah'a has takdiri şeklinde çıkan anlam biraz kulağımı tırmaladı dersem yanlış olmaz sanırım. Bunun yanında henüz televizyonu yeni benimsemiş 1986 senesinde yazılımlardan, programlardan bahsetmek sanki kronolojik bir hata var hissi uyandırdı bende.

Son bir detay ise, karakterlerin isimleriyle ilgili. Evet iki zaman dilimi arasından geçiş çok güzel yapılmış. Milattan önce yarıda kalan hikayenin anlatımı 1980 li yıllar üzerinden çok başarılı anlatılmış ancak karakter isimleri seçilirken yapılmak istenen detaycılığa pek gerek yokmuş bence. Milattan önceki yıllarda yaşayan Kufu, Halludas, Mehte, Edusa, Nakata ve Namirek Usta, 1979 senesinde Ufuk, Sadullah, Ethem, Asude, Atakan ve Keriman Hanım olarak çıkıyor karşımıza. İsimleri tersten okuduğumuzda tarihin diğer dönemindeki kardeşini bulur gibi eşleşiyorlar birbirleriyle. Bu detay açıkcası beni rahatsız etti. Olmasa daha iyi olurmuş.

Toplayacak olursak, kitap kendini okutmayı, geçtiği tarihi merak ettirmeyi başaran bir eser olmuş. Açıkcası kitap, daha önce Salihli'de tapınakları gezmiş biri olarak beni, bu detaylarla bir kez daha Salihli'ye gitmemi sağlayacak gibi görünüyor.

Son olarak şunu söylemek isterim ki, bu toprakların Osmanlı hatta İslamiyet öncesi de medeniyetlere ev sahipliği yaptığını, o dönemlerden kalma eserlere de sahip çıkmamız gerektiğini, unutmamak gerekir. İki kıtayı birleştiren, ama ayrışmak konusunda da inanılmaz başarılı olan bu coğrafyada bari atalarımızı, eserlerimizi, bizi biz yapan parmak izlerimizi ayrıştırmayalım derim.

Keyifli okumalar...